31 Ağustos 2013 Cumartesi

Yeni Hayat


Tam iki yıl önce bir arkadaşımla beraber Orta Avrupa turuna çıkalım dedik. Gezinin ilk durağı Budapeşte'ydi, orada iki gece kaldıktan sonra Viyana'ya devam edecektik fakat yoldayken valizimin kilidini Budapeşte'de unuttuğumu fark ettim...

İzlediğim bir filmde eşyanı bir yerde unuttuysan oraya ilerde tekrar gideceksindir gibi bir şey söylüyordu. Artık bu söz gerçek midir veya her şey tamamen tesadüfen mi gelişti orasını bilemem ama sonuç; hayalimdi ve gerçek oldu. Artık bir süreliğine Budapeşte'de yaşıyoooruuummm :)

Taşınma sürecim bir yandan hızlı, bir yandan da yorucu oldu. Bu süreçte ne kendimle ne de Blog'umla ilgilenebildim. Elimde resmen onlarca taslak yazı birikti. İlham perim Otuzikidiş'e de söz verdiğim gibi elimden geldiğince yazmaya çalışacağım ve artık (üşenmezsem tabi, tam bu noktada okuzikidiş'in tabi ki üşenmeyeceksin diyen sesini duydum) hem İngilizce hem Türkçe olarak yazmayı planlıyorum.

Hayallerimle ilgili ilerde başka bir yazı yazmayı planlıyorum (yani umarım) :)

Yeni hayatımda bana şans dileyin :)

Herkesin hayallerinin gerçek olması dileğiyle...

22 Nisan 2013 Pazartesi

Ah Bir Zaman Olsa...

Son zamanlarda en çok kurduğum cümle (herhangi bir şey) için zamanımın olmadığından yakınmak. Sanırım bir dönemden sonra zaman bizim için çok değerli bir hal almaya başlıyor ve yavaş yavaş kıymeti bilinmeye başlanıyor. Ailelerimizin dediği gibi bu zamanları çok arayacaksına bağlamadan zaman denildiğinde aklıma gelen 2 kuruluştan (oluşumdan, internet sitesinden..) bahsetmek istedim. 

Beni tanıyanlar bilir, Coursera'nın sıkı bir takipçisiyim. Peki, Coursera nedir derseniz Wikipedia yazıdığı şekilde "Stanford Üniversitesi'nde Bilgisayar Bilimlerinden 2 profesör tarafından kurulmuş, çeşitli alanlarda ve konularda herkes tarafından yararlanılabilecek, ücretsiz çevrimiçi eğitim veren bir sosyal girişimcilik kuruluşu." Benim tanımımla dünyanın çeşitli üniversitelerinden ders alma olanağı sağlayan muhteşem site. İsterseniz sadece dersler hakkında haftalık yüklenen videoları izleyebiliyorsun veya dersten başarılı olmam lazım diyerek ödevlere, quizlere, sınavlara çalışıp bitirme sertifikası almak için çabalayabiliyorsun. Ben kendini kaybedenlerdenim.. İşten çıktıktan sonra eve gidip ders çalışmam lazım bu hafta çok ödevim var deyip kendini kaptıranlardan.. Her dersin ayrı bir dinamiği var ve her dersin farklı ders yükü var; bazen eğitmeni çok enerjik, bazen de çok katı olabiliyor, bazıları sadece haftalık quiz verirken, bazıları sana okuman için makaleler verebiliyor. Ama dediğim gibi her ders kendine özel ve hepsinde amaç merak etmek ve öğrenmek istemek :)

Zaman denildiğinde aklıma gelen 2. şey ise Zumbara. "Zumbara, para yerine zamanın kullanıldığı, yetenek ve tecrübelerin paylaşıldığı bir topluluktur" denilmiş internet sitesinde, bence ise, Zumbara zamanın paradan daha değerli olduğunu fark edenlerin topluluğu. Herkes kendince olan bilgisini, tecrübesini, hayata bakışını vb. aklınıza ne gelirse paylaşarak kısaca başkasına yardım etme karşılığında "zaman" kazanıp sonra da o "zaman"ları yardım almak için harcama temeline kurulmuş bir sosyal platform. Çok farklı şeyler öğrenip yardım alabiliyor; başkalarına bir şey öğretip yardım edebiliyorsunuz.

Bu iki site de onları bilmeyenler tarafından keşfedilmeyi bekliyor. Umarım benim kadar beğenirsiniz :)

24 Mart 2013 Pazar

Mojo

Bugün 18 Şubat'ta gittiğim Mojo hakkında yazmaya karar verdim, evet kendimi 1 ay geriden takip edebiliyorum. Ama oyun sırasında aldığım notlar sayesinde yazarken oyunu tekrar tekrar hatırlayabiliyorum. Oyun hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce biraz oyun ve "In-Yer-Face" akımından bahsetmek istiyorum.

Jeremy "Jez" Butterworth'un yazdığı Mojo, ilk kez 1995'de Royal Court Tiyatrosu'nda sahneye konmuş.  1995 yılında Gelecek Vadeden Oyun dalında hem George Devine Ödülü hem de Evening Standard Ödülü, 1996 yılında En İyi Komedi dalında Laurence Olivier Ödülü kazanıyor. Ardından da 1997 yılında yine Jez Butterworth'un yazdığı ve yönettiği film gösterime giriyor. 

İkinci olarak da "In-Yer-Face" akımından bahsetmek istiyorum. "In-Yer-Face" (türkçe adıyla Suratına Tiyatro) 1990'larda İngiltere'de başlayan bir oyun türüdür. Akıma eleştirmen Aleks Sierz adını vermiş ve akımı genç yazarların müstehcen, şok edici ve çatışmacı malzemeler sunarak izleyenleri içine alan ve etkileyen çalışmaları olarak tanımlamıştır (In-yer-face Theatre). Jez Butterworth'de bu akımla ilgili olan başlıca kişilerden.

Oyuna gelirsek oyunu çok beğendim. İlk olarak, oyunla ilgili en çok beğendiğim, hatta bayıldığım şey; oyunun müzikleri. Mükemmel olmuşlar. Doğru zaman, doğru müzik, doğru etki üçlüsü var. Müzikler hem oyuna destek olurken, hem de seyirciyi de oyunun içine alacak şekilde etkiliyor. Müziklerle ilgili Ali Erel'i tebrik ediyorum.

Benim, oyun çok güzeldi dememi sağlayan diğer şey ise oyunun çevirisi. Birçok tiyatro oyununda olan benim deyişimle dublajlı Amerikan filmi izliyorum hissi bu oyunda gram yoktu. 

Oyunda beğenmediğim bir sahne oldu. O da bir tokat sahnesi.. Olayı çok da detaya girmeden özetlersem; biri birine tokat atıyor ve diğeri de bunu çok küçük düşürücü bulduğu için bunun üzerine bir kaç tane olay gelişiyor. Ama benim beğenmediğim nokta üzerinde bu kadar olay dönen tokadın aslında atılmamış olması. Önemsiz bir sahne olsa bu kadar ekşi tat bırakmazdı ve devamındaki konuyla ilgili sahneler de bu nedenle yapaylaşmazdı veya belki de benim bundan bir önce gittiğim oyunun  Yastık Adam - Yastık Adam'da başkarakter sorgu sırasında baya tartaklanıp işkence görüyor - olmasının da etkisi büyük olabilir. 

Oyunculara gelirsek kötüydü, vasattı dediğim bir oyuncu olmadı. Berkan Şal'ın oynadığı Sıska karakteri bence oynanması en zor karakterdi ve çok başarılı oynanmış. Şekerci rolündeki Ali Yoğurtçuoğlu (onun olduğu sahnelerde giren müziklerin de etkisi olabilir) ve Bebe rolündeki İnanç Konukçu (en sevdiğim film olan Trainspotting'deki Begbie karakterine benzettiğimden olabilir) benim bu oyundaki favorilerim oldular. 

Oyun "In-Yer-Face" olduğundan beni sarsması veya rahatsız etmesini bekledim açıkçası ama beni öyle etkilemedi. Tabi, oyundaki atmosferini Trainspotting filmindekine benzetmemin de bu konuda etkisi var. Merak edenler oyunun Teaser'ını izleyebilirler.

Not: Bu oyunun da yönetmeni İlham Yazar. Jerry ve Tom'u da izlemeye zaman bulup beğenirsem, bir İlham Yazar hayranı olarak dolaşmaya başlayacağım gibi görünüyor. 

10 Mart 2013 Pazar

Önder Focan Group feat. Meltem Ege

Bir caz festivali daha bitti ve ben malesef sadece 1 tane konsere katılabildim. 9 Şubat'ta Önder Focan Group feat. Meltem Ege konserini büyük bir zevkle izledim.

Meltem Ege'yi ilk kez Cermodern'de yazın her perşembe akşamları olan caz konserlerinde dinleme fırsatı buldum. Tabi ki ben de herkes gibi sesine, sahnedeki enerjisine hayran olanlardanım. 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali'nde konserinin olacağını öğrenince kaçıramam dedim. 

Peki bu Meltem Ege kimmiş derseniz eğer kısaca kendisi Bilkent Üniversitesi, Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nden mezun oluyor. 2007 yılında düzenlenen Nardis Jazz Club, Genç Vokal Yarışması'na katılıyor, yarışma sonucunda Türkiye'yi ve Nardis'i Finlandiya'da düzenlenen 12. Jazz Vokal Yarışması'nda temsil ediyor. O yarışmada ise jürinin oylarıyla yarışmanın birincisi, izleyicilerin oylarıyla da halkın favorisi seçilmiş. Yine 2007'de Berklee College of Music'in Caz Vokal Performans bölümüne kabul ediliyor. Devamı ise, ödüller, başarılar.. Yani, bütün aldığı ödüllerin hakkını veren bir ses.

Daha önceki yazımda festivalinin temasının gitar üzerine olduğunu öğrendiğimdeki endişelerimden bahsetmiştim ama Önder Focan konserde resmen bana kızım sen neden bahsediyorsun dedi; bana 'ben neler kaçırmışım' dedirtti. 

Cazcıların en sevdiğim bir yandan beni en çok güldüren özellikleri, sadece aşık oldum, öldüm bittimlere değil hayattaki sıradan şeylere veya bizi kızdıran, mutlu eden olaylara besteler yapmaları. Kerem Görsev'in Tiramisu veya Sakızlı Muhallebi besteleri gibi Önder Focan'da konserde seslendirilen 36 mm Biometric için beste yapmış. Bu besteyi de tüm dokümanları hazırlayıp gittiği bir vize müracaatında 36 mm biyometrik fotoğrafı olmadığı için kabul edilmeyince sinirlenip yazmış.

Yine benim ön yargılarımdan biri, nedense bir türlü Türkçe caz sevemedim. Benim için her zaman sırf bu yüzden eksi başlıyor parçalar ama ön yargılarımı söz ve müziği Önder Focan'a ait olan Bu Ada parçasıyla yendim. Konser sırasında Meltem Ege bu parçayı söylerken ben de arada yakaladığım kelimeleri not aldım, çıkınca parçayı bulup tekrar tekrar dinleyebilmek için..

Konser benim 10 puan 5 yıldız dediğim konserlerdendi. Öncelikle Önder Focan'a (bu yazımı okur mu bilemiyorum ama)  ön yargılarımı kırdığı için, ardından sahnedeki herkese (Meltem Ege (vo), Önder Focan (g) ve adlarından yazımda bahsetmediğim Ozan Musluoğlu (b), Ediz Hafızoğlu (d), Şenova Ülker (tp) ve Bulut Gülen (tb)'e) bu güzel konser için ve son olarak da Ankara Caz Derneği'ne bu güzel festival için çook teşekkür ederim.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Yastık Adam

Yastık Adam oyununu 3 Şubat günü Şinasi Sahnesinde izledim.

Oyunun İngilizce adı "The Pillowman", İrlandalı oyun yazarı Martin McDonagh tarafından yazılmış. Oyunun prömiyeri Londra'da 2003 yılında yapılmış. Oynanmaya başlamasından sonra 2004 yılında "Laurence Olivier Ödülleri" - En İyi Yeni Oyun, 2005 yılında "New York Drama Critics' Circle Ödülleri" - En İyi Yabancı Oyun Ödüllerini kazanmış. Ayrıca, yine 2005 yılında "Drama Desk Ödülleri" ve "Tony Ödülleri" En İyi Oyun dalında aday gösterilmiş.

Ülkemizde de 2010 - 2011 "Sanat Kurumu" - En İyi Çeviri Ödülü (Yusuf Eradam) ve "Baykal Saran Tiyatro Ödülü" - En İyi Oyuncu (Tolga Tekin) ödüllerini kazanmıştır.

Bu kadar ödülden sonra benim oyun hakkındaki düşüncelerime gelelim. Oyunun hem beğendiğim, hem de beğenmediğim yanları var ama ikisi de iç içe.. Gerçekten öyle mi bilmiyorum ama eğer oyun "in-yer-face" tiyatro ise bazı şeyler benim için çok daha anlamlı olacak...

İlk olarak ödül almasına rağmen benim beğenmediğim şey, oyunun çevirisi.. Çeviri yüzünden oyunu izlerken bir çok yerde dublajlı amerikan filmi izliyor gibi hissettirdi bana.

Bunun dışında, oyunculuk muhteşemdi, benim daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir genelde izlediğim etkinlikte 1-2 kişiyi favorim seçerim ama bu oyunda bunu seçmekte çok zorlandım. Seçmem gerekirse de Tolga Tekin (Ariel) ve Murat Çidamlı'yı (Katurian) seçerim. Tolga Tekin o kadar gerçekçi oynadı ki ben oturduğum yerde büzüldükçe büzüldüm korkudan.. Murat Çidamlı ise sahnede muhteşem bir oyunculuk sergilerken dayak yedi, işkence çekti, birkaç dakika baş aşağı asılıyken sanki hiçbir şey yokmuş gibi oyununa devam etti...

Herşey gerçek gibiydi; sanki ben yaşadım, ben işkence gördüm, dayak yedim... İşte beni rahatsız eden nokta da bu oldu. Bir yandan izlerken bir yandan da zihnimde okuduğum haberler dönmeye başladı. Orantısız şiddet, çocuk istismarı, aile içi şiddet, işkence vb. Böyle oldukça da ben kendimi daha kötü hissetmeye başladım, hatta o gün bütün enerjim içimden çekilmiş gibi sadece oturup düşünerek geçirdim. Ehh dediğim gibi beğendiklerim ve beğenmediklerim iç içe.. Oyunculuğun iyi olması benim de oyunu hissetmemi sağladı, ben hissettikçe de oyun daha gerçek oldu..

Hatta bir şey itiraf edeyim; oyundan çıkınca bunu blog'umda yazmak istemiyorum sonra ne değişti bilmiyorum ama bir anda yazmaya karar verdim.

Eğer bana bir daha gider misin diye sorarsanız hayır kesinlikle gitmem, ben oyunları çoğunlukla 1 kere izleyen biriyimdir bu da tamamen gitmek istediğim etkinlikler çok olurken zamanımın az olmasıyla ilgili. Ama tavsiye eder misin diye sorarsanız tabi ki tavsiye ederim sadece benim gibi çabuk etkilenen biriyseniz o gün tiyatro sonrasına program yapmayın...

Not: Oyunun Yönetmeni, İlham Yazar benim gözümde bu sezonun en iyi yönetmeni ödülünü almak üzere..

17 Şubat 2013 Pazar

3 Önemli Bina Hakkında Kısa Kısa

Ben hep Ulus'taki binalara hayranlık duymuşumdur. Bu bina ne binası acaba, mimarı kimdi diye düşünürdüm ama bir kez de oturup bunları araştırmadım. Ama çok şanslıyım ki benim merakım gibi bunu merak eden ama sadece merak etmekle kalmayıp bunun araştırmasını da yapan bir arkadaşım var, Elmas Aydoğan. O, benim de içinde bulunduğum bir grup insanı geçen yaz topladı ardından da bize Ulus'taki 20 kadar binayı tanıttı. Ben bu geziden o kadar keyif aldım ki blog yazmaya başladıktan sonra Elmas'a benim gibi merak edenler kesin vardır bana bu yazıyı hazırlamamda yardım eder misin diye sordum. Doğum günü hediyem olarak sadece elindeki kaynakları paylaşmadı, bana zaman ayırıp nasıl yazmam gerektiği hakkında yol da gösterdi. Elmas'cığım çook teşekkür ederim.

Şimdi biraz eskiye doğru gidelim Cumhuriyetin İlanı ve oradan da yavaş yavaş ilerleyelim. Cumhuriyet'in İlan edilmesinden sonra bir Ankara başkentimiz var ama daha bomboş bir alan. Hemen ülke için gerekli yapılar sıralanıyor. Kamu binası, okul, müze, halkevi, meclis, banka vb...  Atatürk bu eksikliklerin hızlı bir şekilde giderilmesi için mimarları ve mühendisleri çağırıyor ve esnek çalışma saatlerini ön koşul olarak koyuyor. Yani o zamana genel olarak bakarsak yokluk içinde bir ülke var ve hızlı bir şekilde toparlanmak için kalifiye elemanlara ihtiyaç var. 

1.Ulusal Mimari Akım (1909 - 1930): 1920'li yıllarda hakim olan akım. Önemli temsilcileri; Mimar Kemalettin, Arif Hikmet Koyunoğlu, Giulio Mongeri (İtalyan mimar). 

Türk mimari tarzını yaratmayı hedeflemiştir ama bunu yapmaya çalışırken de Osmanlı'dan etkilenmiştir. Osmanlı'daki saraylar, kervansaraylar, camilerdeki kemerler, sütunlar, sütun başlıkları, süslemeler vb. kamu binalarına yansımıştır. 

2.Ulusal Mimari Akım (1930 - 1950): Modernleşme isteği sonrasında doğmuş mimari akımdır. Önemli temsilcileri; Sedat Hakkı Eldem, Emin Onat, Bruno Taut, Sevki Balmumcu, Seyfi Arkan. 

Bu akımda yapılarda daha az süslemeler görülse de hala Osmanlı ve Selçuklu yapılarının izleri görülmektedir.  Kolay monte edilebilen hafif taşıyıcı sistem ve mekanlara güneş ışığı sağlayan geleneksel ahşap ev mimarileri de bu akımın ürünlerindendir. Ayrıca bu akımda simetri ve anıtsal kavramlara da önem verilmiştir. 

Böylece size bu iki akım hakkında kısacık bir özet geçmiş oldum. Peki bunu neden yaptım? İşte şimdi geldik bu yazının esas kısmına.. Ben bu yazıda tiyatro, opera, bale, konser izlediğimiz benim için çok önemli olan 3 tane binadan bahsetmek istedim (2. Vakıflar Apartmanı, Sergi Evi ve Halkevi). 


 2. Vakıf Apartmanı (1928 - 1930): Şuan ki Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosunun bulunduğu bina... Binanın mimarı Kemallettin Bey. 

Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne kira yoluyla gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiştir. Bodrum, dükkanların bulunduğu zemin katın en önemli özelliği birinci kata da yükselen bir tiyatronun da bulunmasıdır. 

İkinci kattan itibaren daireler avluya bakmaktadır. Kemer kullanımı yalnızca zemin katta eşit aralıklarla yerleştirilmiş ayakları birleştiren yarım daire biçimli kemerler ile görülmektedir. Bina bazı özellikleri ile 1. Ulusal olarak görünse de süslemenin en aza indirilmesiyle de ulusal üsluptan ayrılmaktadır.


Sergi Evi (1933 - 1934): Yani bizim bildiğimiz Opera binası. Binanın mimarı Şevki Balmumcu'dur. Genç mimarın tasarımının Milli İktisat ve Tasarrıf Cemiyeti'nin düzenlediği uluslararası bir yarışmada birinciliği alması Türk mimarlarının geleceği açısından ümit verici bir gelişme olmuştur. 

Sergi alanı tüm kütleyi çevreleyen şerit pencerelerden ve üstten ışık almaktadır. Geometrik yalınlık ve pürist yaklaşım yapının içte ve dışta, kütle düzeni ve ayrıntılarında ilk göze çarpan özelliğidir. Yarışma şartnamesindeki "Bina modern mimari tarzında olacaktır." koşulu yerine getirilmiştir. Yapı 1946 yılında Paul Bonatz tarafından Opera Binası'na çevrilmiştir. 


Halkevi (1927-1930): Bu ise Resim Heykel Müzesi. Mimarı Arif Hikmet Koğunoğlu. Bu da bir yarışma projesi sonucunda inşa edilen binadır. Üst kata balkon oluşturan yarı açık, süslü bir vestibülden olan ana giriş vardır, ayrıca ikincil girişler arka ve yan cephelerdedir. 

Bodrumu ve iki katı olan yapının zemin katının ortasında başarılı akustiği ve sahne tesisatıyla tiyatro salonu yerleştirilmiştir. Cephecilik anlayışının bir örneği olan yapıda tüm yüzey bezemeleri ön cephede toplanmıştır. Mimar anılarında Ankara'da ilk kez betonun bu yapıda kullanıldığını söylemiştir. 

Birazcık uzun bir yazı oldu kabul ediyorum ama umarım siz de okurken benim kadar keyifle okursunuz :)

Kaynaklar

Herşeyden önce Elmas Aydoğan en büyük kaynaktı, elindeki derleme yazıları ve kendi kişisel bilgileriyle tekrar teşekkür ederim kendisine.
Resimleri bu siteden aldım.
Ek bilgi için de Vikipedia ve TMMOB Mimarlar Odasının "Bina Kimlikleri" kitabını kullandım.

Caz ve 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali Üzerine

Benim müzikle tanışmam ilkokul 2'de Ankara'ya taşınmamızın ardından oldu. Hemen okul korosuna aldılar beni ve bir kaç yıl sonra da piyano derslerime başladım. Müzik eğitimim klasik ağırlıklıydı, zaten ben de klasik müziğe bayılan biriyimdir. 

Caz müzikle tanışmam ise geç oldu lise gibi sanırım (hatta ilk canlı konserim bir Japon gruptu yanlış hatırlamıyorsam). Yani caz benim klasiğe oranla daha az bilgili olduğum bir alan. Ama zamanla farklı grupları, enstrümanların caz içindeki seslerini dinledikçe benim için bir caz konserinde olmazsa olmazlar oluşmaya başladı. Bir kere piyano kadar her çeşit müziğe yakışan bir enstrüman yok, tamam belki biraz taraf tutuyor olabilirim :). Eh bir davul şart ve müziğe derinlik katması için de kontrbas.. Bu üç bileşenden sonra da bir nefesli tercihen saksafon, trompet, trombon gibi caza renk katan enstrüman varsa ehh daha ne isterim bana da oturup dinlemek düşer. Bir de vokal mı var işte o zaman tadından yenmez.

Caz festivalinde her yıl bir kaç tane konsere giderim ve bu festival bana her yıl bahar geliyor festivaller başladı mesajı verir. Ama bu yıl 16. Caz festivali temasının gitar olduğunu açıklayınca şöyle bir durdum gitar mı ama benim listemde yok nasıl olur ki acaba?? ve Önder Focan Group feat Meltem Ege konserine gittim bununla ilgili düşüncelerimi sonraki yazımda anlatmaya çalışacağım.

Gel gelelim 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali'ne... Festivali Ankara Caz Derneği düzenliyor. Dernek 1995 yılında kurulmuş. Festival ise 1996 yılında ODTÜ Caz Günleri adıyla başlamış ve güzel de büyüyerek devam etmiş. Dernek bu festivalle dünya cazının duayenlerini Ankara seyircisi ile buluştururken Türk caz sanatçılarının yurtdışında tanınmasını da hedefliyor.

Festival bu yıl 11 Ocak'ta açılışını yaptı, 1 Şubat - 14 Mart tarihleri arasında devam edecek. Festivalin bu yılki teması ise Cazın Gitarla Dansı..

Ben derim ki hala festival devam ederken biletlerinizi alıp söyle güzel bir caz konseriyle siz de baharın gelişini kutlayın.

3 Şubat 2013 Pazar

Amazonlar

Bu sezon bale sayısı mı azaldı yoksa sezondaki diğer balelere daha gittiğim için mi bana öyle geliyor bilemedim ama sonunda sezonun ilk balesine 14 Ocak'ta gidebildim.

Bale 1988-1989 yıllarında Vakhtang Kakhidze tarafından bestelenmiş. Sonrasında da Medeia Magalashvili'nin librettoyu yazması ve Nugzar Magalashvili'nin koreografisini hazırlamasının ardından benim Ankara'da izlediğim Amazonlar balesi oluşmuş. Bale 5 Mayıs 2011'de Samsun Devlet Opera ve Balesi'nde Dünya Prömiyerini yapmış. 

Benim baleyle ilgili ilk izlenimim içeri girer girmez "ama orkestra nerede" oldu. Balenin müzikleri çok güzeldi ama bence en büyük eksiklik orkestranın olmamasıydı. Müziğin koreografiyle birleşip olayları normalde kelimeleri kullanarak aktarmaktan çok daha iyi aktarılabileceğine inanın biri olarak, açıkçası hayal kırıklığı yaşadım orkestra yokluğuyla. 

Ardından oyun başlayınca hemen ilk sahneyi çok beğenip not tutmaya başladım sonra 2. ve 3. sahneyi de beğenmemin ardından beğendiğim sahneleri not almayı bıraktım :) Genel olarak bakarsak balenin koreografileri bir seyirci olarak bana çok güzel ve gösterişli gözüktü. Eminim dansçılar için de bir o kadar zorlayıcı ve çok çalışmanın ürünüdür. Ama bu baledeki koreografi daha önceki izlediğim balelerden farklı olarak balenin konusunu seyirciye aktarma konusunda çok zayıf kalmıştı.

Dansçılara gelirsek, baletlerden Herakles rolündeki Burak Kayıhan'a bayıldım. Hareketleri tereddütsüzdü, sanki diğer bütün dansçılar onun liderliğinde gibiydi.  Onu izlerken gözümün önünden dans hocalarımın "adımlarını düşünerek atma basacaksan bas!" demeleri kulağıma geldi. Kesinlikle anlatmak istediklerini o zaman daha iyi anladım.

Balerinlerden de Hippolyta rolündeki Mine İzgi bu baledeki favorim oldu. Baledeki rolü için gereken o sert mizacı ve amazonların güçlü savaşçı ruhunu çok iyi canlandırdı.  Hippolyta ne kadar sert mizaçlıysa kardeşi Antiope (Sanem Ergüler) o kadar sevgi pıtırcığı gibi etrafta dolanıyordu. Bu iki kardeş arasındaki fark da müzikle seyircilere çok iyi aktarılıyordu.

Eh gel gelelim sonuca, yukarıda belirttiğim iki nedenden dolayı bale için 10 puan 5 yıldız diyemesem de sırf baledeki kostümler, dansçılarının bu baledeki gerçekten çok iyi olan performansları için gidilip izlenmesi gereken bir bale.


27 Ocak 2013 Pazar

Borusan Klasik

Yürürken, otururken, kitap okurken, dışarı çıkmak için hazırlanırken, ders veya işte çalışırken  yani hayatımın her anında müzik dinlemeyi çok seven biriyimdir. Hatta olan bir olay sırasında dinlediğim müzikleri hatırlarım veya tam tersi müzikler bana o olayları hatırlatır. Müzik dinlerken şarkıya bazen sesli bazen sessiz bazen mırıldanarak eşlik ederim. 

Gel gelelim yazımın konusuna; radyoyu bana artık İstanbul'a yerleşen bir arkadaşım geçen hafta "Aybük biliyor musun, Borusan Klasik radyo yayına başladı." diyerek müjdeledi. Ben de bir yandan dinleyerek araştırmalarıma başladım. 

Türkiye'nin internet üzerinden yayın yapan ilk ve tek klasik radyosu 17 Ocak akşamı "Klasik Her Yerde" sloganıyla yayın hayatına başlamış. Radyonun temeli bir yıl önce atılmış. Borusan Kültür Sanat bu radyoyla sadece klasik müzik konserlerine giden insanlara değil klasik müzik seven veya sevme potansiyeli olan genç nüfusa ve hayatında hiç klasik müzik dinlememiş veya konserine gitmemiş insanlara da ulaşmayı hedefliyor. 

Ben radyoyu arkadaşım söylediğinden beri zaman buldukça dinliyorum, mırıldanıyorum hatta bir ara vals yapma çalışmalarım bile oldu, dinlemek isteyenler de burdan Borusan Klasik Radyo'ya ulaşabilirler.

20 Ocak 2013 Pazar

Bir Tenor Aranıyor

8 Ocakta sonunda zaman bulup gidebildiğim müzikal komedi...

Müzikal Ken Ludwig tarafından yazılmış. 1986 yılında West End'de, 1989 yılında da Broadway'de sahnelenmeye başlamış. Oyun o zaman 9 dalda Tony adayı olmuş ve 2 tanesini (en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen) de kazanmış. Sonrasında 2010 yılında yeniden sahneye konmaya başlanmış. O zaman da 3 dalda Tony adayı olmuş.  Kısaca ödülleri olan kendini kanıtlamış bir oyun.

Oyun bir çok dile çevrildiği gibi Türkçe'ye de çevrilmiş hatta benim görüşüme göre çok da güzel uyarlamışlar. Müzikal esprilerinin arasına güncel konulardan, Ankara'dan da espriler katarak oyunu yerelleştirmişler.

Oyunda Max karakterini canlandıran Okan Başel'i çok başarılı buldum. Hem çok iyi bir oyuncuydu hem de sesini çok beğendim. Hatta kendime kızdım; neden daha önce dikkat etmedim, hiç mi izlemedim diye. Sonra arşivlerimde ufak bir araştırma yaparak onu daha önce 14 Ocak 2012 tarihinde "Ali Baba ve 40 Haramiler" oyununda Bacaksız rolünde izlediğimi fark ettim.

Ayrıca, oyunda Maria rolündeki Sibel Kızılateş'in sesi beni çok etkiledi (içimden voaaavv dedirtip şarkı boyunca çok güzel çok güzel diye onaylatıp duran bir sesi var). Bunlar dışında da Bellboy rolündeki Umut Kosman, sanırım beni en çok güldüren oyuncuydu. Oynadığı karakter, her yerden zınk diye çıkıp şarkı söyleyerek kendi sesini kanıtlamaya çalışan bir bellboy ve Umut Kosman da bunu  oyun boyunca enerjik havasıyla çok iyi canlandırdı. 

Oyunla ilgili kesinlikle beğenmedim dediğim tek şey dansçılardı. Oyunun bir başında bir de sonunda sahne aldılar ve ikisini de çok alakasız buldum aslında aralarda bir iki yerde daha çıksalardı belki bu kadar rahatsız etmezlerdi. Ayrıca, sekronize hareket etmeleri gereken yerlerde; zamanlamayı, ellerini kaldırmaları gereken seviyeleri vb. tutturamadıklarından yüzümde dehşet ifadesiyle izledim.

Ama genel olarak bakarsak çok beğenerek ve bol bol gülerek izlediğim bir oyun oldu. Herkese gitmesini tavsiye ederim.

16 Ocak 2013 Çarşamba

Ankara Devlet Opera ve Balesi (ADOB) Yeni Yıl Konseri


Gel gelelim yılın ilk gittiğim konserine..  5 Ocak günü ATO Congresium'da olan konser.. 


Bu konserde bana hayatında ilk defa Türkiye'ye gelmiş bir Japon arkadaşım eşlik etti. Bir huyum vardır konser öncesinde ve sonrasında yorum yapmadan duramam ama bu sefer kendimi tuttum ve konser öncesinde sadece 2 kişiden bahsettim ona. Hem beklentisini yükseltmek istemedim, hem de onun ilk izlenimlerini dinlemek istedim.

1. olarak Bujor Hoinic'den bahsettim. Daha önceki yazımda da yazmıştım; gittiğim konserlerde ilk orkestra şeflerine bakarım ve Bujor Hoinic benim en beğendiğim orkestra şefi. Şimdiye kadar kaç kez orkestra şefi, Bujor Hoinic bu konsere/baleye/operaya.. kesin bitmem lazım cümlesini kurduğumu bilmiyorum. Orkestrayı  yönetirken bir bakmışsın parçaya eşlik ediyor. Diğer bir çok orkestra şefinden farklı olarak hem seyirciyle hem de orkestrayla iyi iletişim kurabildiğini düşünüyorum.

2. olarak da ilk kez onu ODTÜ'de "Kırmızı Ev" müzikalinde dinleyip inanılmaz bir ses dediğim ve o zamandan beri de bir çok kez dinleme şansını bulabildiğim Murat Karahan'dan bahsettim. Her Murat Karahan'ın parçasının sonunda olduğu gibi yine, benim seyirciler çıldırdı dediğim (alkışlar ıstıklar bravolar vb.)  anlardan birini daha yaşadık. Keşke onu daha çok dinleme şansım olabilse dedirtiyor her seferinde..

Ve gerçekten o iki kişi muhteşemlerdi; hem benden hem arkadaşımdan ve muhtemelen salonun geri kalanından da özgüleri, alkışları topladılar :) 



Bunlar dışında, çok keyif alarak izlediğim bir konser oldu (yukarıdaki programdan da görüldüğü gibi). Mini mini çocuklar salondaki herkesin aman aman ben sizi yerimleri eşliğinde bale yaptılar; müzikal, opera, bale, orkestra hepsi bir arada çok güzeldi. 

Böylelikle Yıl Çok Güzel Başladı Umarım Nasıl Başladıysa Öyle Devam Eder...

NOT: Fındıkkıran "Spanish Dance"deki balerinin (Selin Sezer) giydiği eteğe bayıldım . Ben de olsa ne zaman nerede giyeceğimi düşünmeden evimin kenarında dursa bile istiyorum :)

13 Ocak 2013 Pazar

CSO Yeni Yıl Konseri

Yeni Yıl, Yeni Yıl, Yeni Yıl, Yeni Yıl Sizlere Mutlu Olsun!  

Herkesin en sevdiği zamanlardan biridir.. Benim için yeni yılın anlamı bir sürü konserin, ilginç etkinliklerin bulunduğu dönem demektir. Ama bu yıl 2 konseri hepsinden ayrı tutuyorum: biri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO), diğeri de Ankara Devlet Opera Balesi (ADOB)..

İlk yazımda CSO'nun yeni yıl konserinden bahsetmek istedim (kronolojik sıraya sadik kalmak için).


Konser 28 Aralık günü Ankara Arena'da gerçekleşti. İnanılmaz kalabalıktı sanki bütün Ankara bu konseri bekliyormuş gibiydi; içeride ise insanlar sağa sola koşturuyorlardı beni de acaba bir şey mi kovalıyor endişesi kaplıyordu her seferinde... Ben de geçen yıl CSO'nun açılış konserinde dinlediğim Klazz Brothers'ı bir kez daha dinleme şansını yakaladığım için heyecanlıydım (ama gerçekten heyecanlı yerimde zıplama boyutunda).

Konserin orkestra şefi Erol Erdinç'ti (Ben her gittiğim konserde önce orkestra şefi kim diye bakarım). Ben nedense Erol Erdinç'i pek sevemedim. Bir seyirci olarak orkestrayı yönetirken onlarla iyi bağ kuramadığı kanaatindeyim ayrıca seyircilerle de iletişimi çok zayıf buluyorum..

"Klazz Brothers & Cuba Percussion" grubu klasik müziği, caz ve Latin müzikle harmanlayarak sizi arka fonda Mozart, Beethoven, Strauss çalarken dans ettiriyorlar. Merak edenler burdan benim dinlediklerim arasında en sevdiklerimden biri olan "Mambozart"ı dinleyip dans edebilirsiniz.

Konserin diğer bir tadı da Latin ezgileri sırasında dans etmeye başlayan çiftleri izlemekti ama benim için konserin yıldızı son parçada ortaya çıkan önce önlerde sonra da sahnede bıkmadan dans eden muhtemelen 4-5 yaşlarındaki mini mini kız çocuğuydu

12 Ocak 2013 Cumartesi

O Zaman Artık Başlıyoruz

Ben yıllardır konserlere, tiyatrolara giden biriyim.. Her gittiğim etkinliğin biletini, broşürünü saklarım, sonra bir baktım ortada ciddi bir koleksiyon oluşmaya başlamış. Ehh bu arada ben de pişmeye başlamışım daha önce hiç anlamadığım konularda (mesela orkestra şefi şu konserde çok iyiydi, bu oyuncu çok iyi veya bu eser çok kötü yorumlandı gibi) fikir sahibi olmaya başlamışım. Bunlar da yetmedi artık gittiğim etkinliklerde içerisi karanlık gibi düşünmeyip fikirlerimi etkinlik sırasında yazıya dökmeye başladım.

Madem öyle yazılarımı kağıda değil de neden blog oluşturup ona yazmayayım dedim :) Böylece artık ben de buradayım.

Konuda uzman kesinlikle değilim sadece 15 yıldır piyano çaldığım için müzik kulağımın olduğunu savunurum :)  Eleştiririm eleştirmeyi severim.

Etkinlik mi geliyorum...